Selam, nasılsınız? Dantel İlişkiler’in 55. sayısına hoş geldiniz. Son 1-2 haftasını yatay pozisyonda, bol sümük ve ağrıyla geçirdiğim İstanbul seyahatimin sonuna geldim. İstanbul’dayken görüşmeyi isteyip de görüşemediğim kim varsa kendine çok iyi baksın, bu gribin şakası yok dostlar. 🤧
Bugünkü sayının konusu yaklaşmakta olan 14 Şubat. Konuya geçmeden önce bir minik kulüp ilanı gelsin mi? 💃🏻
Dantel İlişkiler Kulübü’nün 6. buluşması için kayıtlar açıldı!
Bir süredir buralardaysanız zaten biliyorsunuzdur ama bilmiyorsanız hemen anlatalım: Biz ayda bir kez buluşuyoruz, ilişkilere dair spesifik bir konu etrafında okumalar yapıyor, tartışma ve deneyim paylaşımında bulunuyoruz. Siz de bu buluşmalara katılmak ister misiniz?
🗓️ Bir sonraki buluşma 23 Şubat Pazar günü saat 17:00’da Google Meet üzerinden olacak.
🔥 Konumuz dating appler, yani tanışma uygulamaları.
✨ Katılım ücretsiz ve 10-15 kişi ile sınırlı!
İsterseniz buluşmamıza kadar, önceki Kulüp buluşmalarından hareketle hazırladığım sayıları inceleyebilir, tüm öneri ve düşünceleriniz için bana yazabilirsiniz.
Şimdi gelelim konumuz Sevgililer Gününe. 14 Şubatları kutlayan ya da kutlanması için beklentiye giren birisi olmadım ben. 14 Şubatlar gelip çattığında sevgilim olmadığından değil de, özellikle daha gençken sevgililik müessesesinde ana akım ya da ‘fazla romantik’ bulduğum birçok şeye karşı konumlanmak istediğimden. Çiçekli böcekli romantik yemekler, mum ışığında gül yapraklarıyla ilan-ı aşklar vs. vs… Bir şekilde komik gelirdi bunlar bana.
Bir seyahatimi anımsıyorum: 2016 yılında Erasmus’a gittiğimde bir kez ucuz uçak bileti bulup Polonya’ya gitmiştim. Birkaç gün Krakow’da kaldıktan sonra otobüsle Varşova’ya geçmiştim. Otobüste yanımda oturan ve tüm yolculuk boyunca sohbet ettiğim kişi, bana şehirdeki meşhur bir çikolatacıdan bahsetmişti. Ertesi gün götüm soğuktan donmuş halde sıcak bir köşe ararken aklıma bu çikolatacı geldi ve bulup gittim ben de. İçeri girdiğimde hatırladım o günün 14 Şubat olduğunu. Kırmızı kalpli balonlarla süslenmiş ve hetero çift görünümlü insanlar dışında müşterisi olmayan iç mekana, bütün gün karda yağmurda yürümekten çamurlanmış botlarım, backpackim ve büsbütün tek başınalığımla oturmak bende tuhaf bir gurura yol açmıştı. Orada sevgilisiyle oturan herhangi biri olmak yerine bunları çok da ‘takmayan’ bir ‘özgür ruh’ gibi hissetmek hoşuma gitmişti ve cool hissettirmişti.
Bu hisler, 14 Şubat’ın ya da günümüz dating dünyasının tüketim kültürüyle iç içe geçişine yönelik bir karşı duruştan gelmiyordu doğrudan. Datingin metalaşması ya da hediye konseptinin sınıfsallığı, arkasında durduğum bir şey değil ve olmadı da. Ama bu başka bir konu —her 14 Şubat’ta hakkında bolca konuşulan ve bu yüzden benim de ayrıca detaylarına girmeyeceğim bir konu. Benim derdim meselenin daha kişisel taraflarıyla ilgili.
Düşününce benim açımdan olay, bir 14 Şubat karşıtlığından biraz daha fazlasıydı gibi geliyor. Özellikle daha gençken, 14 Şubat da dahil pullu simli, kırmızılı pembeli algıladığım tüm aşko kuşko olayları kafamda aynı sepete koymuştum. Aşka, yakınlığa ve özellikle de kadınlığa dair birtakım şeyleri tıktığım bir sepetti bu ve ben onu ne taşımak istiyordum ne de taşıyormuş gibi görülmek. Daha doğrusu, istiyordum da… ne bileyim, eğreti duruyor gibi hissediyordum üzerimde.
Bunun geçmişten getirdiklerimle ilgisi olsa gerek: Pamuk şekerlere bulanmış, yastık savaşlarından uçuşan tüylerle kaplanmış, pembe rengin baskın bir ton olduğu girly tarzda bir çocukluğum olmadı. Hatta aksine, girlylikle ve kadınsılıkla ilişkilendirilen pek çok nesne, renk ve ifade ediş biçimi hayatıma çok geç girdi ne yazık ki. (Barbie’ye giderken full pembe giyinme modasına uyayım demiştim de dolabımda bir güzel uygun parça bulamamıştım düşünün…) Ailemin ve çevremin, girly olmayı, süslü püslü olayları ve kendine bakımı aptallıkla ilişkilendirdiği ve bir lüks olarak atfettiği tavrı bana da sirayet etmişti herhalde. Nitekim bunlara sahip olduğunu düşündüğüm kişilere duyduğum özenme hali, zamanla yerini bir reddedişe bıraktı. ‘Ben zaten istemiyordum/beğenmiyordum ki 😒’ duruşu da böylece başladı sanırım.
Sonrasında liseye başladığımda ‘kezbanlık’ damgası altında daha açık bir kadın düşmanlığı türüyle tanıştım. Pembe pofuduk nesnelere, demet güllere, 14 Şubat gibi özel gün kutlamalarına, evliliklere ve gelinliklere ‘çok kezo bir olay’ şeklinde bakılan bir çevrenin içindeydim. Özellikle de kadınlar üzerine yüklenmiş bir ‘farklı olma’ beklentisinden söz ediyorum. Bu beklentiler doğrultusunda kendi yaşam ve ilişki tarzının ‘ana akım’ olduğu düşünülene en ‘aykırı’ olduğunu gösterme çabası hakimdi grupta. O yaş aralığı itibariyle bu ayrıksı otluk çok da anlaşılmaz değil aslında fakat bu yolda kabul edilen ve normalleştirilen birtakım muameleler, şimdi olduğum yerden baktığımda ürkütücü ve üzücü geliyor açıkçası. Basit bir örnek: Duymaya alışkın olduğumuz birtakım sevgi hitapları güya çok vıcık bulunduğundan hakaret sayılabilecek hitapların kullanıldığını hatırlıyorum çevremdeki bazı ilişkilerde.
Bu ‘farklı’ olma çabasının gizlediği bazı sorular var: Neden ana akım olduğu varsayılan şeyleri istemek ve yapmak ucuzluk ve bayağılıkla eş değer görülüyor? Neden kadınların, başka kadınların da istediği varsayılan şeyleri istemesi hali onları ‘sıradan’ kılıyor? Neden diğer kadınlardan ‘daha farklı’ olmak bir iltifat sayılıyor?
Bu sorulara cevabım ektedir:
Kadınlıkla ve kadınsılıkla ilişkilendirilen şeylerden kendimizi farklılaştırma, ayrıştırma çabası bizi daha özgür, daha güçlü, daha farklı kılma vaadi barındırıyor sanki. Oysa biz bu düşüncenin nereden geldiğini biliyoruz… Hem herkes kendi olduğu ve olmak istediği halinde olsa tadımızdan yenmeyeceğiz vallahi.
14 Şubat elbette sadece kadınlık ve hetero ilişkiler üzerinden okunabilecek bir gün değil ve elbette ilişkileri belli şekillerde yaşamaya ve kutlamaya yönelik beklentiler, normlar ve sektörler bu kadar baskınken bütün bunları söylemek herkesin gerçekliği ile örtüşmeyebilir. 14 Şubat’a yüklenen anlam dünyasının ağırlığını herkes farklı şekillerde hissetmiş olabilir. Bunlar da benim içimden geçenler işte.
Bu sayıyı kapatmaya doğru giderken Roxane Gay’in Kötü Feminist isimli kitabından bir alıntıyı paylaşmak isterim —Selim Yeniçeri’nin çevirisi ile:
Örnek olmaya çabalamıyorum. Mükemmel olmaya çabalamıyorum. Bütün cevapların bende olduğunu iddia etmeye çabalamıyorum. Haklı olduğumu söylemeye çabalamıyorum. Ben sadece çabalıyorum; inandığım şeyi desteklemeye, bu dünyada iyi bir şeyler yapmaya, bir yandan yazılarımla gürültü yaparken bir yandan da kendim olmaya çabalıyorum: Pembeyi seven, çıldırmaktan hoşlanan, bazen kadınlar için korkunç olduğunu bildiği -kesinlikle bildiği- müziklerle kendini dansa kaptıran bir kadın.
Peki sizin 14 Şubat’a dair planlarınız ve düşünceleriniz neler?
Haydi yazın yorumlara.
Kulübe kayıt olmayı unutmayın, haftaya görüşürüz!
Hayatımda hiç 14 Şubat kutlamadım. Kutlamam gerektiğini de düşünmedim 😁 kültür endüstrisi ürünü olması, genç kapitalist sistemin bize dayattığı bir aygit olmasından da olabilir, 11 şubatın doğum günüm olmasından da 😅 makale için teşekkürler