Tüm ilişkilerde -ilişkinin türü, yakınlık seviyesi ve iletişim biçiminden bağımsız olarak- ortak bir özellik var: Beklentiler. Hayatımıza dahil olan insanların beklentilerinin neler olduğunu anlamak bir yana bazen bizim, kendimizden ve diğer insanlardan ne tür beklentilerimiz olduğunu anlamak bile zor olabiliyor. İş sadece anlamakla da kalmıyor. Beklentileri ifade etmek gerekiyor bir noktada, beklentileri karşılamaya çalışmak gerekiyor. Fakat nasıl?
Öncelikle beklenti yönetiminin zor olsa da ilişkilerin kaçınılmaz bir parçası olduğu görüşünde olduğumu söyleyeyim. Athena’nın beklentiler sadece üzer sözleri geçiyor aklımdan ve bir zamanlar Ben Böyleyim’i bağıra çağıra söylerken çok inandığım bu sözler, şimdi sadece kırgın bir kalpten çıkmış sinik bir haykırış gibi geliyor. Ben de bir zamanlar beklentiler sadece üzer düsturuyla, ilişkilerimde hiç beklenti içine girmeden yaşayabileceğimi, böylece kendimi koruyabileceğimi düşünmüştüm. Çünkü insan, kalbi kırıldığında, hayal kırıklığı yaşadığında ya da bambaşka bir mutsuzluğun içinden geçtiğinde, bunun tekrar başına gelmesinden korktuğundan kendini geri çekiyor bazen, kalkanlarını çıkarıyor ve bu halde darbe almasının imkânsız olduğuna inandırıyor kendini. Kalkanlarının kendini koruyacağına inanıyor ama kocaman bir yanılsamadan ibaret aslında bu. Çünkü birini tanıdıkça, bir ilişki devam ettikçe, istesek de istemesek de beklentiler geliştiriyoruz ve bir şekilde bu beklentilerin karşılanıp karşılanmadığını test ediyoruz.
Etmeliyiz de zaten bence.
İlişkilerimden bir şey öğrendiysem, o da beklentilerin değil, “benim senden bir beklentim yok ki” rolünün arkasına saklanmanın üzdüğüdür. İlişkilerimizde birbirimizden bir şey beklemememiz gerektiği fikri nereden çıktı ki zaten? Neden buna inandırıldık? Aksine, bir insanı hayatımıza alıyorsak, elbette o insandan bize insan gibi davranmasını bekleyebilmeliyiz. Elbette bize ve sınırlarımıza saygı duymasını, ona ihtiyacımız olduğunda orada olmasını, iletişime açık olmasını, anlamlı şekillerde sevgi göstermesini ve temel ilişkisel ihtiyaçları karşılayabiliyor olmasını bekleyebilmeliyiz. Elbette kendimizde bu hakkı görebilmeliyiz. Çünkü bu hakka sahip olmadığımızı düşündüğümüzde, bu beklentilerin karşılanmaması halinde üzülme ya da kırılma hakkını da kendimizde görmüyoruz. “Aslında ben çok fazla beklentiye girmiştim”, “nasılsa ben onun bana veremeyeceği şeyler talep etmiştim” bla bla diye sürekli beklentilerimizi düşürme ya da suçu kendimizde arama refleksini gösteriyoruz. Neden? Eğer az çok kendi, ilişkileri, aile geçmişi, şemaları, travmaları ve bilimum örüntüleri üzerine, hakkaniyetli ve dürüst bir şekilde düşünebilen biriysek, zaten gerçek dışı beklentilerimiz olmadığını da biliriz. Bunu biliyorsak neden beklentilerimize daha çok arka çıkmayız? Neden ben çok talepkar mıyım acaba diye endişe ederiz?
Bu biraz da günümüz ilişkilerinin yücelttiği “kafa yormayan insan” modeliyle alakalı diye düşünüyorum. İlişkilerinde açık ve dürüst iletişim kurmak isteyen, beklentilerini ifade eden, talepleri olan insanların “amma da kafa siktin” şeklinde karşılandığı ve hiçbir beklentisi olmadan gelip giden, hayatımıza şöyle bir uğrayan tiplerin “süper cool” gibi görüldüğü bir dünyada, özellikle gençlik yıllarımızda, cool olmak için kendi beklentilerimizden, ihtiyaçlarımızdan vazgeçmemiz gerektiğine inandırıldık. Beklentiler=ciddi ilişkiler=yorucu insanlar denkleminde sıkışmışken, beklentilerin olmadığı ve karşılanmaları konusunda kimsenin kimseye karşı borçlu hissetmediği o hafif ilişkilenmelerde insanların “bağımsız” ve “özgür” takıldığı söylemine inandırıldık. Oysa arka planda oynayan filmde bolca kalp kırıklığı, göz yaşı ve fake edilen haller var.
Bunun şüphesiz son yüzyıldaki kültürel ve ekonomik dönüşümle bolca ilgisi var. Eva Illouz, birçok kitabında olduğu gibi, The End of Love (Aşkın Sonu) isimli kitabında da bu dönüşümün aşk ve cinsellik alanında yarattığı etkiyle ilgileniyor ve şöyle söylüyor:
Aşk ve cinsellik alanında, kültürün dünyayı yoğun bir şekilde semboller ve ahlaki anlatılarla tanımladığı, davranışları tanımladığı ve yönlendirdiği (…) bir kültürel eylem tarzından uzaklaştık; özerklik ve özgürlüğün nispeten zayıf bir şekilde senaryolaştırılmış, öngörülemeyen sonuçları olan etkileşimler, yani nispeten normsuz etkileşimler ürettiği bir kültür tarzına yaklaştık. Normsuzluk derken (…) aynı zamanda cinsel bağların davranışını belirleyen normların belirsiz olduğunu, ahlaki bir senaryoya uymadığını ve karşılıklılık esasının çiğnenmesi halinde sosyal cezanın çok az olduğunu da kastediyorum. Normsuz etkileşimler doğru davranışı, doğru olmayan davranıştan keskin bir şekilde ayırmaz çünkü doğru olmayan davranışa çok az ceza verilir. Bu “yoğun” normatiflik eksikliği tam da özgürlük pratiğinden ve bununla ilişkili kendine güven, özerklik, hedonizm gibi pozitif emirlerden kaynaklanır; ki bunların hepsi kişiselliğin baskın sözcükleridir. Fakat bu pozitif emirler negatif bağlar yaratır, yani normatif olarak bulanık, kaotik, birden fazla tanımı ve amacı olan bağlar üretir.
Benim berbat çevirimden dolayı bu harika paragraftan pek bir şey anlamamış olmanız muhtemel ama Eva Illouz’un sözlerini tekrar düşünecek olursak, şunu söyleyebiliriz: Artık eskiden olduğu gibi yakın ilişkilerimizin yakınlık derecesini, formunu ve yöntemini belirleyen bir kurallar defteri mevcut değil. Kimse bize ilişkilerimizi nasıl yaşamamız gerektiği ya da yaşayabileceğimiz konusunda önderlik etmiyor, danışmanlık vermiyor, doğru yolu göstermiyor —kişisel gelişim kitapları, romantik komediler ve astroloji uygulamalarını saymazsak tabii. (Ciddi değilim.) Bu kuralsızlığın yarattığı boşlukta herkes kendi kurallarını belirleyebilme alanına ve “özgürlüğüne” sahip. Bu, bireysel boyutta, özgürlük ve özerkliğin pratiği anlamında işimize yarıyor gibi görünse de ilişkisel boyutta büyük bir belirsizlik -ve dolayısıyla güvensizlik- yaratabiliyor çünkü hangi kuralın geçerli olduğunu ya da hangi davranışın doğru ve kabul edilebilir olduğunu bilmiyoruz. Zaten kabul edilmeyen davranışlar sergileyen insanlar da bunun hiçbir karşılığını görmeden hayatlarına normal bir şekilde devam edebiliyorlar, çünkü biz bu davranışlarının kabul edilebilir olmadığını söylemek istemeyebiliyoruz ya da kırgın kalbimizle yola devam etmeyi, beklentilerimizi ifade etmekten daha kolay bulabiliyoruz.
Böyle kuralsız bir ilişki dünyasında kendimizi koruyabilmenin yegâne yolu, belirsizliğe kendini daha da bırakmak ve başıma ne gelirse ya da ne gelmezse razıyım demek değil, belirginlikler inşa etmekten geçiyor diye düşünüyorum. Yani biraz da şöyle: “Ben bunu istiyorum, sen bunu vermeye hazır mısın?”, “Ben sana bunu vermek istiyorum, sen bunu almaya hazır mısın?” diye sormak ve karşıdaki insan ne almak ne de vermek konusunda istekli değilse, belki çok da ısrar etmemek, kendi yoluna gidebilmek. Gerçekçi, karşılanabilir, anlamlı ve üzerine düşünülmüş olduğu sürece beklentilerinden vazgeçmemek ve ilişkilerinde insanların “acaba ben mi çok şey istiyorum ya?” diye düşündürmesine izin vermemek.
Çünkü gerçekten çok şey istemiyoruz be dostlar, biraz sevgi, biraz saygı, biraz da açıklık, dürüstlük, iletişim. Bunu da veremeyecek olanlar varsa, canları sağ olsun, yolları açık olsun.