'Güven ayna gibidir'
'Kırılırsa onarabilirsin ama yine de ***** yansımasında çatlağı görebilirsin'
Selam, nasılsınız? Dantel İlişkiler’in 45. sayısına hoş geldiniz. 🪞💥
Bugünkü sayıya çok sevdiğim bir alıntıyla başlıyorum. Lady Gaga’nın Beyoncé ile birlikte söylediği Telephone şarkısında geçiyor. 2009 yılında çıkmış şarkı hey gidi…
Güven ayna gibidir. Kırılırsa onarabilirsin ama yine de ***** yansımasında çatlağı görebilirsin.
‘Çok sayıda yabancıya güveniriz’
Güven, inşa etmesi genelde zaman isteyen, ama bazen tek bir olayla sarsılabilen ya da kaybedilebilen bir duygu —ve sahiden de bir ayna gibi kırılgan. Çünkü güvenmek; Öteki’nin, bir durum karşısında beklediğimiz şekilde davranacağını ummayı ve bu umudu taşırken kendimizi gönüllü olarak savunmasız bir pozisyonda tutmayı gerektiriyor. Çünkü bu pozisyon beraberinde bir riski de getiriyor; kandırılma, hayal kırıklığına uğrama ya da incinme riskini. Alınan risk büyük ve korkutucu ama -bazen mecburen- bu riski alıyoruz. Brigitte Labbé’nin Günışığı Yayınları’ndan çıkan Güven ve İhanet başlıklı çocuklar için felsefe kitabında şöyle bir paragraf var:
Çok az insana ve sadece iyi tanıdıklarımıza güvendiğimizi sanırız, ama aslında hayır: Toplumsal yaşamda çok sayıda yabancıya güveniriz. İlacımızı veren doktora, kombiyi denetleyen tamirciye, paramızı emanet ettiğimiz bankacıya, yemeğimizi hazırlayan aşçılara… güveniriz. Güven, kapılarını kocaman açan bir dünya kurar. Ancak ihanet, bu kapıları kapatır, kendimize güvenimizi kırar.
Kurduğumuz toplumlar ve ilişkilerde güven bir ihtiyaç ve hatta belki de sosyal olanın da ötesinde, doğuştan güvenmeye meyilliyiz. Fakat zamanla güvenmemeyi öğreniyoruz. Yaşadığımız tüm tatsızlıklar, aynı tatsızlıkların tekrar yaşanması korkusuyla kapılarımızı kapatmamıza sebep oluyor bazen. Her karesini tanıdığımız pek korunaklı kalemizde oturup dışarıyı seyretmek; başımıza ne tür işler açacağını bilmediğimiz, karı kışı ve ayazıyla her tür ‘tehlikenin’ kol gezdiği dış dünyada olmaktan daha ‘güvenli’ hissettirebiliyor. Bilinmezliklerle dolu bir dünya, bilindik olanlara sarılma isteği uyandırıyor.
Çocukların, pek çok yetişkine kıyasla bilinmeze karşı bu denli açık ve meraklı olmasının bir sebebi de bu olsa gerek: İnsanlar yaş ve dolayısıyla yara aldıkça yeni insanlar, fikirler ve deneyimlere karşı korkak hale geliyorlar.
Fakat güven duygumuzu test etmeyi gerektiren herhangi bir durum içine girmediğimizde, yani güvenin zıttı görülen ‘ihanet riskini’ denklemden çıkardığımızda, güvenlik hissinin de bir esprisi kalmıyor. Çünkü bu kez kendimizi tamamen bilindik olanla baş başa bırakıyoruz —ki bu da zamanla hayatın sıkıcılaşması ve yavanlaşması riskini barındırıyor. Ötekiliğe yönelik çekince yok olduğunda Aynılıktan alınan keyif de yok oluyor.
‘Bir sonraki adımımızın ne olacağına nasıl karar vereceğiz?’
Bilinmezler ve bilindikler arasındaki hat, romantik ilişkilerde güven bağlamında ilginç bir ikilem -hatta gerilim- yaratıyor. Bir tarafta, tanımadığımız için heyecan verici bulduğumuz fakat güvenmediğimiz bir yabancı; diğer tarafta tanıdığımız için eskisi kadar heyecan verici bulmadığımız fakat güvendiğimiz bir tanıdık. Nereden yana gideceğiz?
Psikanalist Adam Philipps, Metis Yayınları’ndan çıkan Tekeşlilik: Sadakat ve İhanet Üzerine Aforizmalar isimli kitabında bu ikilemin doğurduğu soruları soruyor:
Eğer beklenebilir olan bizi aptallaştırıyor, beklenmedik olan ise dehşete kaptırıyorsa, ne yapmalıyız? Eğer daima risk ve teslimiyet, güven ve felaket arasında sıkışıp kalıyorsak, bir sonraki adımımızın ne olacağına nasıl karar vereceğiz? Belki de, insan tabiatı -ya da daha beteri, insanlık durumu- hakkında büyük fikirlere doğru kaçmadan önce, bir şeye istediğiniz için sahip olmakla, sahip olduğunuz için istemek arasındaki farkı hatırlamalıyız.
Bu son cümleyi anlamak için paragrafı birkaç kez okumam gerekti. Sonuçta anladığım şu: Yabancılar ve tanıdıklar ya da risk ve teslimiyet arasında herhangi bir seçimi yapmakta serbestiz, önemli olan bu seçimi nereye dayandırdığımız: Seçimlerimiz isteklerimize mi dayanıyor; yoksa orada olduğu için istememiz gerektiğini varsaydıklarımıza mı? Partnerlerimizi, onlarla birlikte olmayı gerçekten istediğimiz için mi seçiyoruz, yoksa onlarla birlikte olduğumuz için mi onlara güvenmemiz ve onları istememiz gerektiğini düşünüyoruz?
Bu soruları sorarken bir yandan da güven ve heyecanı neden birbirine bu denli zıt yerlerde konumlandırdığımızı sorguluyorum. Güven, bir insanın nasıl davranacağına yönelik bir tahmin ya da bir beklentimizin olmasıyla ilişkili olabilir fakat bunlar kişisel çıkarımların ötesine ne kadar geçebilir ve bir insanın yapacağı seçimlere dair ne kadar şey söyleyebilir ki? Zaman içinde geçirdiğimiz değişimler göz önünde bulundurulduğunda, yıllardır tanıdığımız -ve güvendiğimiz- insanlarla ilgili bile heyecanlanacak -ve belki de güvenimizi kırabilecek- bir şeyler olabilir mi?
Sözünü tutamayan aşıklar
Seviyor musun beni? “Evet” diyeceksin, biliyorum,
Sözüne güveneceğim ben de; ama yemin edeyim deme,
Belki de tutamazsın; Zeus alay edermiş, derler
Sözünü tutamayan âşıklarla.
diyor Juliet, Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inde. Günümüz ilişkilerinde biraz Juliet gibiyiz; sözüne güvenebileceğimiz bir Romeo arıyoruz ama kolayca ve boş keseden verilmiş yeminlere karşı da temkinli yaklaşıyoruz —hele de yeminler ve vaatlerin bu denli korkuyla karşılandığı bu dönemde.
Ayrıca bir sayı ayıracağım bu commitment konusunun güvenle yakından ilgisi var gibi geliyor: Bir yandan güvenmeye ve derin bağlılık kurmaya yönelik ihtiyacımız -ve toplumun bu ihtiyacı özellikle evlilik başlığı altında kurumsallaştırarak bir ahlaki baskı unsuruna çevirmesi- bizi, sırtımızı yaslayabileceğimiz bir partnere doğru götürürken; diğer yandan heyecanların, yeni arayışların ve deneyimlerin yüceltildiği bir tüketim kültürü bizi her zaman daha iyisinin olduğu ve seçeneklerin bol olduğu, bu yüzden ‘potansiyelimizi daha doğru partnerlerde gerçekleştirebileceğimiz’ illüzyonuna götürüyor. Bu iki dünya arasında bazen yolumuzu kaybetmiş hissedebiliyoruz.
Aşkın Sonu (The End of Love) isimli kitabında sosyolog Eva Illouz, bu kafa karışıklığının ilişkileri nasıl ‘projeleştirdiğinden’ bahsediyor. Bir ilişkiye, geleceği ve gideceği belli bir çerçeve bağlamında değil de bir proje gibi yaklaşmanın, kuralları ve değerleri belirsiz bir dünyada deneye yanıla ve el yordamıyla yolunu bulmaya çalışmanın korku ve kaos yaratabildiğini söylüyor —ki söylediğine göre bu da güven hissimize pek iyi gelen bir şey değil.
Bu sayıyı kapatmaya doğru giderken şöyle düşünüyorum: Güven, kendi içinde bir kesinlik vaat etmeyebilir, ilişkilerde eskiden olduğu gibi kuralları ve sınırları net çizili bir alan sunmayabilir, güvenimiz -çeşitli ihanetlerle- derinden sarsılabilir. Fakat yine de güvenmenin ve tekrar güvenmenin, aptallık değil, bir cesaret işi olduğuna inanıyorum. Güvenmeyi seçerek aldığımız riskin potansiyel incinmeleri büyük olabilir; ama açtığı derin anlam, bağlılık, görülme ve anlaşılmanın da bir o kadar büyük olacağına inanıyorum.
Siz güven hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yorumlara bekliyorum.
Haftaya görüşürüz.
Chuck Palahniuk Görünmez Canavarlar adlı kitabında şey diyor, "Felakete hiç düşünmeden atlamak gerekir". geçtiğimiz 2-3 haftadır kafamda en çok dönen cümle bu, ama zaten her hafta o kadar nokta atışı şeyler yazıyorsun ki aramızdaki bu bağı (seve seve) kabul ettim. diyeceğim, felakete cidden hiç düşünmeden atlamak gerekir. hiçbir zaman hiçbir şeyi tam olarak bilemez ve tahmin edemeyiz, insan doğası basit olasılıklara indirgenemez, ve gerçek bir bağ kurma ihtimali üstüne kumar oynamaya değecek kadar güzel bi ihtimaldir.