Dantel İlişkiler’in 63. sayısına hoş geldiniz. Bugünkü sayıyı size bundan tam 1,5 ay önce göndermek üzere hazırlamıştım ama araya bir değil, iki değil sayamayacağım kadar kocaman GÜNDEMLER girdi. O gündemler devam ediyorlar ve biz inatla yaşama sahip çıkmaya çalışıyoruz. Çünkü hayatta olduğumuz sürece hakla, özgürlükle, onurla ve hep birlikte yaşamaktan ve yaşatmaktan daha iyi bir seçeneğimiz yok.
Bugünkü sayıya birkaç fotoğrafla başlıyorum (tarihleri 19 Mart’ta çıkacak sayı için yazılmış gibi düşünebilirsiniz).



‘Allah kimseye geçimsizlik vermesin’
Tabii haftamın düşük anları da vardı ama kendimi sefil hissettiğim o anları —sıcak su torbamın su sızdırarak yatağı altıma yapmışım gibi ıslatmasını, bir ay sonra tekrar hasta olup salya sümük gezmemi, geçen gün eve geldikten sonra koltuğa oturup bir saat boyunca montumu bile çıkarmadan telefona dalışımı— fotoğraflayarak ölümsüzleştirmek o sırada aklıma gelmedi. İnsan genelde güzel anlarını yakalamak ve paylaşmak istiyor. Bu, sosyal medyaların da üzerine kurulduğu bir prensip. Bunun bir sonucu olarak sürekli birtakım ‘güzel’ hayatlardan birtakım ‘güzel’ fragmanlar görüyoruz. Ve belki de bazen ‘herkes yaşıyor bu hayatı, bir ben kaçırıyorum’ diye düşünüyoruz birazcık —sadece birazcık. 🤏
Konu ilişkiler olduğunda bütün bu fragmanlar, partneri olan pek çok kişinin sorunsuz ve kusursuz ilişkiler yaşadığı illüzyonunu da beraberinde getirebiliyor. Partnerler -sosyal medyada veya fiziksel sosyal çevrelerde- oldukları en iyi, en mutlu halleri takınmak konusunda bir tür iş birliğine gidebiliyorlar bazen. Bu da dışarıdan bakanların söz konusu ilişkiyi ‘ideal ilişki’ olarak değerlendirmeleriyle sonuçlanabiliyor. Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu isimli meşhur kitabında Erving Goffman bu konuda şöyle söylüyor —Barış Cezar’ın çevirisiyle gelsin:
Bir karıkoca günlük kavgalarının ortasında çok yakın olmayan bir misafir ile karşı karşıya kaldıklarında, teklifsiz tartışmalarını bir kenara bırakır ve kendi aralarında, neredeyse beklenmedik ziyaretçiye sergiledikleri ilişki kadar mesafeli ve dostane bir ilişki sahneler. Ortamdaki üç kişi arasında paylaşılamayacak ilişkiler ve konuşma türleri bir kenara bırakılır.
(Alıntının başındaki ‘karıkoca’ ifadesini cinsel kimlikten bağımsız olarak düşünebiliriz.)
Sebebi elbette anlaşılır: Kimse ortalık yerde tat kaçıran kişi olarak görülmek istemiyor, kimse o ortamdan ayrılırken hakkında kötü düşünülmesini istemiyor, kimse ardından ‘aa bak bilmem kimin ilişkisi böyleymiş ama buna rağmen hala birlikteler inanabiliyor musun?’ denmesini istemiyor.
Bu noktada çocukluğumdan şöyle bir örnek fırlayıp geliyor aklıma: Bir keresinde aile evimize misafirliğe gelen bir başka ailede partnerlerin arasında gözümüzün önünde büyük bir tartışma patlak vermişti ve epey süren bağrış çağrışların ardından çift, oradan boşanma kararı alarak ayrılmıştı. Bu sahnenin, onlar gittikten sonra evde ‘aman ne evlilikler var, Allah kimseye geçimsizlik vermesin’ tadında bir etki yarattığını hatırlıyorum. Öte yandan toplum önünde -mutlu olmasa bile- makul aile tablosu çizen annem ve babam arasındaki ilişki ne kadar makuldü, orası hayli tartışmalı.
‘İşte biz buyuz’
Partnerler, her zaman olmasa bile çoğunlukla, çevrelerinde yarattıkları izlenim üzerinde kontrol sahibi olmak istiyorlar. Sosyal medya kullanımı bu kontrol hissini daha da pekiştiriyor. Neticede elimizde istediğimiz gibi kürate edebileceğimiz, istediğimiz kurguyu çıkarabileceğimiz birtakım imajlar oluyor. Ve biz de oturup ilişkimizin filminden, herkesi heyecanlandıracak, merak ettirecek bir fragman hazırlamaya koyuluyoruz.
Çok sevdiğim The Curse dizisinin 3. bölümünde tam da böyle bir sahne vardı. Whitney (Emma Stone) ve Asher (Nathan Fielder) yatak odalarında çok gündelik bir anın içindeler: Whitney, dar boğazlı kazağını çıkarmaya çalışırken kazak kafasında sıkıştığı için Asher’dan yardım istiyor. Asher kazağı tersinden tutup kendine doğru çekerken ve Whitney de ters yönde kendini geriye doğru ittirirken ortaya planlanmamış, kendiliğinden komik bir sahne çıkıyor. Whitney’nin kafası kazaktan kurtulduğunda Whitney yatağa, Asher ise yere düşüyor ve düştükleri yerde kahkahaları devam ediyor.
O sırada Whitney ‘işte biz buyuz’ diyor, ‘keşke bunu diğerleri de görebilse’. Bunu düşündükten hemen sonra üstüne başka bir kazak geçiriyor ve telefonunu alıp Asher’a hadi diyor, az önceki anı çekelim.
Birinci denemede Whitney Asher’ın kayıt sırasında yaptığı espriyi beğenmiyor, ikinci denemede kazak -boğazı çok daha gevşek olduğu için- çok kolay çıkıyor ve videonun bir olayı kalmıyor, üçüncü denemede Asher, Whitney’nin sanki çıkaramıyorlarmış gibi görünmesi için kazağı bilerek kollarıyla tuttuğunun anlaşıldığını ve fake durduğunu söylüyor. Derken tartışmaya başlıyorlar ve olay alevlenip kocaman bir kavgaya dönüşüyor.
Tabii kimse böyle bir videonun arka planında ne yaşandığını bilmiyor.
Doğal ve komik bir anı, o an geçtikten sonra tekrar yaşamak ve yaratmak ne kadar mümkün? An, kurgulanan bir şey olabilir mi? Kimse izlemiyorken ortaya çıkan ‘benliği’ ve ‘bizliği’, izlendiğimizi bildiğimiz anlarda bütün ‘doğallığıyla’ performe etmek ne kadar gerçekçi?
Bu soruların cevabını, insan olduğu haliyle doğaldır ve sosyal medyada doğal değildir gibi basit bir indirgemede aramıyorum. Neticede hayatın kendisi, en doğal halinde dahi pek çok performans barındırıyor.
Fragmanlar filmin kendisi değildir
Bu performans konusu aslında ne kadar çeşitli rollere ve kılıklara bürünebileceğimizi de gösteriyor. Bazen kamusal alanda ya da iş arkadaşlarımızın yanında olduğumuz hal, özel alanda ya da sevgilimizleyken olduğumuz halden çok başka olabiliyor —iyi veya kötü anlamda: İyi anlamda, çünkü belki özel alanlarda kendimizi biraz daha salabiliyor ve rahatlayabiliyoruz; kötü anlamda, bu ‘salma’ hali karşımıza kimi zaman olumsuz deneyimler veya şiddet olarak çıkabiliyor.
Son yıllarda #MeToo ile bunun örneklerini çokça gördük. Dışarıdan bakıldığında ya da arkadaş ortamları içinde oldukça nazik, düşünceli, dikkatli ve eşitlikçi düşüncelere sahip olduğu varsayılan ya da sosyal medyalarda partneriyle sevgi dolu görseller yayınlayan birtakım insanların -çoğunlukla cishet erkeklerin- ilişki içi şiddet ve cinsel şiddet gibi durumların failleri olduğunu öğrendik. Bazı insanlar, şiddete maruz bırakılanların beyanlarına ve ifşalara inanmak istemedi ve mağdurlar/hayatta kalanlar ile empati kurmak yerine, faillerle erpati kurmayı tercih ettiler. (Erpati, Kate Manne’nin çalışmalarında “himpathy” ya da “menpathy” şeklinde kullandığı kavramların bir çevirisi olarak karşımıza çıkıyor. Ben de yakın zamanda Dicle Paşa’nın bu konuda Feminist Bellek’te yazdığı yazı sayesinde keşfettim.) Dicle Paşa şöyle söylüyor:
Şiddetin kaynağını görmezden gelme, erpatinin bir yansımasıdır. Bu, faili iktidar üreten söylemlerle mağdurlaştırabilme (“o öyle biri değildir, bunu kast etmemiştir”, “özünde iyi bir insandır”, “benim de LGBTİ+ arkadaşlarım var” “o da eşitlikçi bir insandır aslında” gibi ), ev içi emek eşitsizliği, manipülasyon ya da mansplaining gibi durumlarda faille empati kurup bu durumları değiştirmeyi, bilinçli ya da bilinçsiz olarak tercih etmeme gibi durumları da kapsamaktadır.
Yani sonuç olarak: Fragmanlar, filmin bütünü değildir arkadaşlar. Fragmanlar bazen filmin dokusuna ya da konusuna dair bir fikir verebilir ama sadece fragmanı izleyerek, filmin bütününü izleyerek edinebileceğimiz bakışı ve duyguları edinemeyiz.
diyor ve bu sayıyı da kapatıyoruz. Likelarınızı ve yorumlarınızı eksik etmeyin e mi?
Haftaya görüşürüz.
Bizi hep o heyecanlı fragmanlar mahvetti!
Tiktok’ta trend bir yorum var “remember this was filmed in silence”, thirst trap’lere karsi yorum yapanin gelistirdigi oto kontrol.
Aynj sekilde iliskileri ya da hayat tarzlariyla profil yapmis ciftler hakkinda bunu dusunuyorum, remember this was filmed in agreement!