2020 yılının yazında ablamla bir güney şehrine tatile gitmiştik ve şehirde turlarken, minicik bir sahafta, şimdiye kadar okuduğum en tuhaf kitaplardan birini bulmuştuk: Love Is Not Constantly Wondering If You Are Making The Biggest Mistake Of Your Life. Kitabın ismi bu, herhangi bir yazar ismi de yok, tamamen anonim. Aşkın ne olduğunu tanımlamak çok zor, ama ne olmadığını bu kitabın ismi çok güzel özetliyor bence, yani: “Aşk, sürekli olarak hayatınızın en büyük hatasını yapıp yapmadığınızı merak etmek değildir.” Hatalar elbette olabilir, ama iç sesiniz sürekli “burada bir yanlışlık var” diyorsa o sese kulak vermek iyidir.
Bu kitap neden tuhaf, çünkü bir yandan bir bilim kurgu hikâyesi var devasa karıncaların yaşadığı bir gezegen etrafında kurgulanmış, diğer yandan Anne isminde alkolik bir kadınla yaşanan bir aşk hikâyesi. Paralel evrenlerde geçen bu iki hikâye bazen iç içe geçiyor ve gittikçe toksikleşen bir ilişkiden çıkamamanın üzerine hem dokunaklı hem de komik bir 116 sayfa ortaya çıkıyor. Yazar, Anne’dan bir türlü vazgeçemiyor, Anne da bir türlü başına bela açmaktan. Maceranı kendin seç tarzında bir kitap bu, okuyucu olarak yaptığınız seçimler sizi kronolojik olarak yazılmış hikâye akışında başka bir tarihe ve olaya sürüklüyor, ama aslında aynı ilişkinin bir kısır döngü içerisinde tekrar eden farklı aşamalarına uğraşmış oluyorsunuz. Bu bakımdan seçimleriniz maceranın gittiği yeri pek de etkilemiyor diyebilirim, ama yine de her zaman bir seçenek var.
Bir önceki yazıda aşkı ve sevgiyi tanımlama gayretine bell hooks’tan ilhamla tam da seçim meselesinden girmiştik ve demiştik ki, sevmeyi seçeriz; bir sevgiyi beslemek ya da beslememek bir seçimdir, zorunluluk değil. Bunu bilmek şahane ve insana kendini güçlü hissettiriyor. Ama alkolizmin getirdiği sorunlarla mücadele eden bir insanla toksik bir ilişki yaşamayı kim neden seçer ki? diye düşünebilir insan. bell hooks’un Hep Aşka Dair kitabının ilerleyen sayfalarında da değindiği üzere, aile şemaları, yaşanmışlıklar, yaralar ve travmalar sebebiyle seçim mekanizmalarımızın birazcık ağzına sıçılmış olabilir. Aşkın, sevginin, bunları hayatımızın bir parçası olarak üretmenin pek de öğretilmediği toplumlarımızda çoğumuz aşk meşk işlerinde A1-A2 seviyelerinde sayılırız. Bu yüzden bazen seçimlerimiz konusunda kendimize pek güvenemeyebiliriz ve evet -bilinçsizce de olsa- bazen bize iyi gelmeyecek insanları “seçebiliriz”. —Sonra da sıkıştığımız yerden kendimize devasa karıncaların yaşadığı fantastik bir evrene doğru bir portal kazabilir, oraya kaçabiliriz.
“Ya ben neden böyle tipleri mıknatıs gibi kendime çekiyorum?” sorusunda sanki kontrol dışı bir şey varmış gibi hissettiriyor. Bazı aşklar, sevgiler, “seçim” olamayacak kadar kadersel ya da tesadüfi gelebiliyor. Sanki söz geçiremediğimiz hislerimiz, bizden önce kendi “seçimini” yapmış gibi. —Yıldız Tilbe de Aşkperest albümünün o meşhur şarkısında “başına buyruk, duyguları savruk/beni bana kırdıran/bu gönül, canıma düşman” demişti aşktan bahsederken hatırlarsanız. İşte sanki gönlümüz canımıza düşman kesilmiş gibi “seçimler” yapabiliyoruz bazen. Elbette bu varsa, çektiğimiz acıları ya da maruz bırakıldığımız toksiklikleri hak ettiğimiz anlamına gelmiyor. En fazla, seçimlerimizin ardında yatan örüntüleri pek tanımadığımız anlamına gelebilir.
Öyle geliyor ki bell hooks’un sevgi tanımında yer verdiği ve birazdan bahsedeceğim öğeler ya küçük çocuklar için ya da kendi üzerine düşünen, değişime açık, sorgulayan, belki terapi eli değmiş, eşitlik ve adaleti ya da kendi üzerine çalışmayı sırf doğru görünen o diye ya da partner talep ediyor diye değil, ilke olarak, daha iyi bir insan olmak adına benimsemiş yetişkinler için geçerli. Yani öğrenebilen (learn) ve öğrendiklerini de belli bir filtreden geçirerek tekrar eleyebilen (unlearn) insanlar sevgiyi, daha dengeli bir yerden, anlamaya, almaya, vermeye ve göstermeye daha meyilli oluyorlar sanki.
İçtenlikle sevmek için çeşitli bileşenleri bir araya getirmeyi öğrenmemiz gerekir: bakım (care), şefkat (affection), tanıma (recognition), saygı, bağlılık (commitment), güven, dürüst ve açık iletişim.
diyor bell hooks. Ne de güzel özetliyor, çünkü bu saydıklarının bir tanesinin eksik olması halinde bile güdük hissettiren bir şey oluyor.
İyi hoş ama işin şöyle bir boyutu da var: İçtenlikle sevmekle ilgilenen, ilgilenmenin de ötesinde öğrenmek için emek veren insanların uzaylı gibi kaldığı ve karşılandığı bir dünyada başka uzaylılar bulmak mümkün mü? Bu soruya ek olarak işin geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri boyutuna da bakmak gerek: Aşk, sevgi, duygular ve benzeri “kadınsı” işler olarak görüldüğünden kadınların bu konuda daha çok kafa yorması ve emek vermesi normal karşılanıyor. “Yuvayı dişi kuş yapar” anlayışının getirdiği bir duygusal yük (emotional charge) var kadınlara yüklenen. Bu bakımdan özellikle heteroseksüel ilişkilerde ilişkinin çarkını döndüren kişiler kadınlar oluyor çoğunlukla. Feminist akademisyen/yazar Shere Hite’ın bundan yıllaaar önce yayınladığı The Hite Report On Love, Passion and Emotional Violence (Hite Raporu: Aşk, Tutku ve Duygusal Şiddet Üzerine) kitabında kadınlar şöyle diyor (Türkçesi olmadığı için kitabın, çeviriler benden):
İşler zorlaştığında (erkekler) daha çabuk pes ediyorlar, halbuki kadınlar (birçoğu) zor zamanları ve partnerlerinin yaşadığı tuhaf değişimleri atlatmaya daha istekli, her zaman bir şeyleri daha iyi hale getirmeye çalışıyorlar.
Bizi bir arada tutmak için ondan daha çok çalışıyorum —canlı ve heyecanlı olmak, yapılacak şeyleri planlamak, onun nasıl hissettiğini anlamaya ve duymaya çalışmak. Çok fazla enerji gerektiriyor.
Sorunlara neden olan gerçek konulara ulaşmak için her zaman daha çok çalıştığımı ve partnerlerimin iyi kısımların tadını çıkarmaya devam edebilmemiz için üzerlerine düşeni yapmadıklarını hissettim.
Bu rapor çıkalı 30 yılı biraz geçti. 90’lı yıllardan bu yana şüphesiz bir şeyler değişti. İlişki formları çeşitlendi, toplumsal cinsiyet rolleri biraz da olsa evrildi. Fakat hala, en az 2 kişinin katılımını ve emeğini gerektiren sevgi ilişkileri için bazı insanlar, diğerlerinden daha fazla yük sırtlanıyor.
bell hooks bu dengesizliği biraz da insanların korkularına bağlıyor ve (bir zamanlar kendisi de dahil olmak üzere) çoğu insanın, kendisini bir başka insana tamamen açmaktan, bırakmaktan, ona güvenmekten korktuğunu söylüyor:
Pek çoğumuz hiçbir zaman sevgiye dönüşmeyen şefkat ve bakım temelli ilişkileri tercih ederiz çünkü bunları daha güvenli buluruz. Talepler, sevginin gerektirdikleri kadar çok değildir. Risk o kadar büyük değildir.
Yani aslında sevgide talepler var, sorumluluklar var, riskler var ve zaten belki de tam bu yüzden birçok insan ne sevgiyi aramaktan ne de bulduğunda götüm götüm kaçmaktan vazgeçebiliyor.
Sonuçta ne olursa olsun, sevgisiz olmuyor be.