Duygusal desteğinizi nasıl alırdınız?
Dantel İlişkiler Kulübü'nün ikinci buluşması yapıldı, üçüncüsü İstanbul'da!
Okuma süresi: 5 dakika
Selam, nasılsınız? Dantel İlişkiler’in 42. sayısına hoş geldiniz.
Bu sayıyı Dantel İlişkiler Kulübü’nün geçen Cumartesi günü yaptığımız ikinci buluşmasından yola çıkarak hazırlıyorum. Öncelikle kayıt olan, gelen ve gelemeyen herkese çok teşekkürler! Peki bir sonraki buluşma ne zaman ve nerede olacak diye soranlara şahane bir haberim var:
Üçüncü buluşmamız İstanbul’da olacak! 😍
Hem de harika bir iş birliğiyle, hem de Bina Kadıköy’de! ❤️🔥
Kulübün üçüncü buluşmasında, Dantel İlişkiler’in 21. sayısına konuk olan sanatçı Damla Sandal’la birlikte bir atölye gerçekleştireceğiz! Damla, özellikle fotoğraflar üzerine işlediği nakışlarıyla tanınan ve Hafızayı İşlemek isimli atölyeleriyle bu pratiği katılımcılarıyla paylaşan bir sanatçı.
Bu atölyede birbirimizi tanıyacağız ve üzerine nakış işlemeyi öğreneceğimiz fotoğraflardan hareketle bağlarımız üzerine konuşacağız. Siz de katılmak ister misiniz?
Atölyeye katılım ücretli ve kişi sayısı sınırlı.
Atölyemizi 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında gerçekleştiriyor olacağız. Dolayısıyla temamız kız kardeşliği ve birlikte güçlenmek olacak.
24 Kasım Pazar günü buluşacağız, hepinizi bekliyoruz. Kayıt ve tüm detaylar için şöyle buyurun 👇🏻
Bu heyecanlı haberi paylaştıktan sonra gelelim geçen Cumartesi günü yaptığımız ikinci kulüp buluşmamıza ve buluşmamızın teması olan duygusal destek konusuna.
Kulüpte bu konuyu açmak istememin bir sebebi, nasıl bir duygusal destek almaya ve vermeye ihtiyaç duyduğumu son yıllara kadar çok düşünmemiş olduğumu fark etmemle ilgiliydi.
Yaşadığım çok basit bir olay, son zamanlarda bu konuya dair bir referansım haline geldi diyebilirim: Bir yaz tatilinde erkek arkadaşımla günü birlik bir Yunan adasına gittik ve akşam kaldığımız yere döndüğümüzde gün içinde şapkamı kaybettiğimi fark ettim —son yıllarda tekrar çok severek kullanmaya başladığım çocukluk şapkamı. Dönüp o yolları tekrar yürüyeyim desen dönemezsin, aynı vapura bineyim desen belki denk gelemezsin… Benim için anlamı büyüktü bu şapkanın, kaç yıllardır benimleydi, oradaydı ve şimdi ortadan kaybolmuştu. Canım çok sıkıldı, sağa sola bakıp bulamamanın da getirdiği gerginlikle ağlamaya başladım. Erkek arkadaşım şok; bütün iyi niyetiyle eşyaların bazen kaybolabileceğinden, bunun dert edilecek bir şey olmadığından çünkü yeni bir şapka alabileceğimizden bahsederken benim içimden geçen düşünce şuydu: Biliyorum. 🥲 Eşyaların kaybolabildiğini, kendime pekala aynı model ve renkte başka bir şapka alabileceğimi ve bu kaybın dünyanın sonu olmadığını biliyorum. Biliyorum ama şu anda kaybolan şapkam için üzgünüm ve biraz ağlamak istiyorum. Ama geçecek.
Duygusal destek neydi?
Bu olay, sonrasında, bana duygusal destekle alakalı pek çok şey düşündürdü. Kaybedilen eşyalar, kaybedilen çocukluklar, kaybedilen yakınlar ve bizim tepkilerimiz. Üzüntülerimiz; gelen, geçen, geçmeyen üzüntülerimiz. Bu üzüntüleri başkalarına anlatarak, bazen de dump ederek hafifleme gayretlerimiz; bu üzüntüleri bir türlü başkalarıyla paylaşamamaktan şişen, bazen de patlayan içlerimiz. Bazen başkalarının ya da bir profesyonelin desteğine ihtiyacı olabileceğini reddedenlerimiz, bazen kendi kendine destek olabileceğini unutanlarımız… Ve tüm bunların arasında duygusal destek neydi sahiden? Duygusal destek; bir insan bir sorununu, derdini, üzüntüsünü paylaştığında;
a) onunla dertlenip acısını sırtlanmak mıydı?
b) onun sorununu çözmeye çalışmak, onu kurtarmak mıydı?
c) ‘ya kafaya taktığın şeye bak’ yaklaşımıyla derdini küçültmek miydi?
d) sadece dinlemek ve o duyguyla biraz oturmak mıydı?
Herkes için cevap farklıdır belki, bilmiyorum. Fakat ben, son zamanlarda ihtiyaç duyduğum duygusal desteğin, en basit ama aynı zamanda en zor olan son seçenek, yani sadece dinlemek ve o duyguyla biraz oturmak olduğunu düşünüyorum.
‘Duyguların yanında oturup izlemek…’
Bu düşünceler içerisindeyken Dantel İlişkiler Kulübü’nde katılımcılarla paylaşmak için seçtiğim bir okuma, Monika Hein’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Empati isimli kitabından bir paragraf oldu:
Empati, diğer insanın duygusal dünyasına bir pencere açmaktır. Ancak bu pencereyi açarken, karşımızdakini kendi hislerimizle doldurmak yerine, onun hissettiklerini gerçekten anlamaya çalışmak zorundayız. Empati, karşımızdaki kişinin duygularını sahiplenmek değil, o duyguları yanında oturup izlemek, onları olduğu gibi kabul etmektir.
Pek çoğumuz duygusal ihtiyaçlara ve bunların nasıl karşılanabildiğine yönelik bir eğitim almadan büyüyoruz. Haliyle kafalar karışık: Bir yanda ‘e sana X aldık, daha ne istiyorsun?’ diyen ve materyal ihtiyaçlar karşılandığında duygusal olanların da otomatik olarak karşılanacağını varsayan aileler var. Bir yanda aşık olunan kişinin bütün duygusal ihtiyaçları karşılayacağını ve aşkın tüm dertlere derman olacağını varsayan sevgililer var. Bir diğer yanda ise arkadaşların her zaman, her koşulda ‘orada’ olmaları, daima dinlemeleri gerektiğini varsayan arkadaşlar var. Belki biz bu kişilerden biriyiz, belki geçmişte bu kişilerden biri olduk.
Hangisi olursa olsun, duyguları reddetmeden nasıl görebileceğimizi, duygusal bir süngere ya da çöplüğe dönüşmeden nasıl anlayabileceğimizi keşfetmek emek istiyor.
Konu duygular ve emek olduğundaysa, ‘duygusal emek’ kavramından bahsetmemek imkansız hale geliyor. Duygusal emek; konunun toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkilenen tarafında karşılaştığımız bir fenomen.
Duygu işlerinin yetkilisi kim?
Duygusal emek (emotional labour) kavramı ilk kez sosyolog Arlie Russell Hochschild’dan çıkıyor ve ‘diğer insanların rahat ve mutlu olmasını sağlamak için yapılan, görünmezleştirilen ve çoğu zaman değersiz görülen’ duygusal işleri tanımlıyor. Bu işlerse, kadınların ‘doğal’ olarak çok daha becerikli olduğu alanlar olarak görüldüğünden genellikle kadınların sorumluluğuna bırakılıyor.
Kulüpte paylaştığım bir diğer okuma -The Guardian’da yayınlanan ve Türkçe’ye Ayşe Toksöz tarafından ‘Kadınlar bu işleri çok daha iyi beceriyor’: Feminizmin yeni cephesi duygusal emek mi? ismiyle çevrilen makale- duygusal emeğe şöyle örnekler veriyor:
Çocukların alerjilerini hatırlıyoruz, alışveriş listeleri hazırlıyoruz, yedek anahtarların nerede durduğunu biliyoruz. Aynı anda birden çok iş yapıyoruz. Evde kulak çöpü az kaldığında fark ediyoruz, kulak çöpü satın almayı düşünüyoruz. Doğum günlerini hatırlamakta çok iyiyiz. Sevdiklerimiz için bir şeyler yapmaktan hoşlanıyoruz, hangi yemeği sevdiklerini aklımıza not ediyoruz. İnsanların sağlık durumlarının nasıl olduğunu gözlüyoruz, gerektiğinde arkadaşlarımıza ve ailemize doktora gitmelerini salık veriyoruz. (…)
Ama peki ya çocuk bakımı ve ev işleri gibi; duyguların böyle süreğen bir şekilde idare edilmesi de karşılıksız emeğin bir biçimiyse?
Duyguların idare edilmesi…
Kulüpte pek çok örnek verdik bu idareye —mesela: Hiç kendinizi, sevgilinizle gittiğiniz bir partide ‘aman canı sıkılmasın’ diye onu kollarken, arkadaşlarınız da ondan hoşlansın diye tepkilerini ölçerken buldunuz mu? Ortamdaki herkes yetişkin ve ortamdan keyif almayanlar orayı terk edebilir; ama birisi ya da birileri, kimsenin tadı kaçmasın diye kendini sorumlu hissediyor…
bell hooks da hep aşka dair kitabında partnerinden bir örnek veriyor:
Feminizm çağındaki pek çok liberal erkek gibi o da kadınların eşit işe eşit ücret hakkına sahip olmaları gerektiğine inanıyordu ama mesele eve ve kalbe geldiğinde, bakıcılığın kadının rolü olduğunu düşünmeye devam ediyordu. Pek çok erkek gibi o da "tıpkı annesi gibi" bir kadın istiyordu çünkü böylece büyümek, yetişkin olmak işini kendisi yapmak zorunda kalmayacaktı.
Siz ne düşünüyorsunuz?
Sayıyı beğendiyseniz ❤️ atmayı ve yorum yapmayı unutmayın!
Haftaya görüşürüz.
Dantel İlişkiler’i Instagram’da takip etmek ister misiniz?
💜💜💜