Okuma süresi: 5 dakika
Selam, nasılsınız? Dantel İlişkiler’in 35. sayısına hoş geldiniz.
Bu hafta ortalamaydı benim için —gittiğim bir etkinlikte, geçen yaz arkadaş ayrılığı yaşadığım insanla karşılaşma ihtimalimin yarattığı gerginliği saymazsak. Önümüzdeki haftalarda bir arkadaş ayrılığı sayısı yapıp bu konuyu daha derinlemesine açmak istiyorum ama kısaca durumu şöyle özetleyebilirim: Çok yakın bir arkadaşımdı kendisi ve bu ‘fazla’ yakınlık zaman içinde birbirimizden beklentilerimizi yönetemediğimiz ve sınırlarımızın silikleştiği bir alan yarattı. Ve sonra çok basit bir olay sırasında, adına toksiklik diyebileceğim bu füzyon patlak verdi ve biz de bir daha o delikleri ve çatlakları saramadık.
Bu tarz bir arkadaş ayrılığı benim için -ne yazık ki- ilk değildi. Fakat terapi sağ olsun, en azından bir ayrılıkta şunu dile getirebilmem adına ilkti:
“Ben sana hayır demekte zorlanıyorum.”
Az ya da ortalama yakınlıkta olduğum insanlara hayır demekte çok zorlanan biri değilim ama o yakınlık seviyesi ortalamayı biraz geçtiğinde -şimdi ayrıntısına girmek istemediğim belli özellikleri bulunduran insanlara karşı- hayır demekte zorlanabiliyorum. Nitekim bu arkadaşla da hayır demek, tekliflerini kabul etmemek, uygun olmamak, geç dönüş yapmak gibi basit şeyler bir gerginlik sebebi olabiliyordu. Bunlar aramızda zaten çok sık yaşanmadığı için pek farkına varmasam da o high-maintenance arkadaşlığı sürdürmeye çalışmak benim için yine de yorucuydu.
Etiketler üzerimizde baskı kurabiliyorlar. Benim için bu ‘iyi arkadaş’ etiketi oldu. Özellikle de kadın arkadaşlıklarında high-maintenance ilişki sürdürmeye dair beklentiler, ‘kız kardeşlik’ gibi, ‘iyi kadın arkadaşlığı’ gibi kavramların bol keseden kullanımıyla meşrulaştırılabiliyor bazen. Böyle durumlarda sınır çizmek bir ihanet ya da terk ediş gibi algılanabiliyor. Sınır çizemediğimiz her an bizi birbirimize yakınlaştırıyor gibi hissettirse de aslında kendimizden uzaklaştırıyor. Gün geliyor, sınırların silikleştiği yerde yakınlık boğucu gelmeye başlıyor ama artık uzaklaşmak, basitçe mesafe almaktan çıkıp, kartları yeniden dağıtmaya zorlayacak sarsıcı bir eyleme dönüşebiliyor.
Tam da bu arkadaşlığın bittiği sıralarda Oscar Wilde’ın Happy Prince and Other Tales isimli öykü ve masal derlemesinden The Devoted Friend isimli masalı okumuştum. Çeşitli yayınevlerinden Türkçe’ye Vefalı Dost, Sadık Dost, Candan Dost gibi isimlerle çevrilmiş. Masalda ismini bilmediğimiz zengin değirmenci ve mütevazi bir hayat süren Hans arasındaki arkadaşlığı takip ediyoruz.

Değirmenci Hans’tan sürekli bir şeyler istiyor, bahçesindeki çiçekleri, ağaçlarındaki meyveleri ya da bambaşka bir şeyleri. Hans ise sürekli bu istekleri karşılamak için çırpınıyor —öyle ki, bu arsızca isteme ve hayır diyemedikçe ezilip büzülme hali masalda karikatür seviyesinde. Değirmenci ne zaman istediği şeyi Hans’ın utana sıkıla da olsa veremeyeceğini hissetse hemen ‘sadık dost şöyledir, efendim cömert dost böyle yapmaz’ tiradını atmaya başlıyor. Hans ise ‘kötü arkadaş’ etiketinden ölesiye korktuğundan kendi işini gücünü bırakıp değirmenci için yaşar hale geliyor zamanla.
Değirmenci, sırtında iri bir un çuvalıyla duruyormuş.
“Sevgili Hansçığım”, demiş değirmenci, “şu un çuvalını pazara taşıyıverir misin?”
“Ah, kusura bakma”, demiş Hans. “Ama bugün gerçekten çok işim var. Bütün sarmaşıklar çivilenecek, çiçekler sulanacak, çimler biçilecek.”
“Doğrusu”, demiş değirmenci, “benim sana el arabamı vereceğimi düşünürsen reddetmen pek dostluğa sığmıyor.”
“Lütfen öyle deme”, diye haykırmış küçük Hans. “Dostluğa sığmayacak bir şey yapmayı hiç istemem.” Hemen içeri koşup kasketini almış ve iri çuvalı sırtına yükleyip zar zor yürümeye koyulmuş. (…)
Küçük Hans yatmaya hazırlanırken “amma yorucu bir gün oldu”, demiş kendi kendine. “Fakat değirmencinin isteğini geri çevirmediğime memnunum. O benim en iyi dostum. Hem el arabasını verecek bana.”
Bazı arkadaşlıklarımızda ‘dostluğun gerektirdiği davranışlar’ listesi tutuşturuluyor elimize ve biz, bu davranışların hangileri anlamlı, hangileri bize uygun, hangileri bu ilişkide bize iyi geliyor diye birlikte düşünmektense, doğru olanın listede yazılanı harfiyen uygulamak olduğunu sanabiliyoruz. İlişkilere dair bazı temel ihtiyaçlar ve beklentiler elbette olabilir; ama her ilişki bunları kendi dinamiğine göre bambaşka şekillerde yoğuruyor, hazırlıyor ve pişiriyor.
Oscar Wilde’ın masalında istenen şeyler materyal ve fiziksel olan üzerinden ilerliyor ama gerçek hayatta bu, hayatın diğer tüm alanlarını da kapsayacak şekilde çok boyutlu ve kompleks olabiliyor. Materyal olanlar görülebilirin alanına girerken, psikolojik ve sosyal olanlar gözle görülemeyenin alanına giriyor genelde ve bu yüzden, bu alandaki beklentiler ve talepler fazla gelmeye başladığında -nasıl bütün gün bir un çuvalı taşırsak yorulacağımız gibi- ruhen çöküyoruz ama anlayamıyoruz nasıl ve neden yorulduğumuzu. O an bir şeyi ‘yapıvermek’, ‘taşıyıvermek’, sınır çizmeye ve bunun beraberinde getireceği potansiyel çatışmaya kıyasla daha kolay gelse de sonrasında ödenen bedel, sınır çizmenin kendisinden daha ağır oluyor.
Sanırım zaten bir sorun da burada: Yalnızca ‘dostluğa sığmayacağı’ için değil, bir çatışmayı sağlıklı şekilde nasıl yönetebileceğimizi bilmediğimiz zamanlarda da hayır diyemeyebiliyoruz. Çatışmanın ne olduğu genellikle öğretilmiyor ailelerde, okulda veya toplumda çünkü çatışma denince aklımıza otomatik olarak olumsuz çağrışımlar geliyor, kavgalar, bağrış çağrışlar, pasif agresyonlar, şiddetler, ayrılıklar... Oysa çatışma ilişkilerin kaçınılmaz bir parçası ve bunu yönetebilmek mümkün. Hatta bu çatışmayı ne kadar erken, ne kadar anın içinde yapabilirsek o kadar iyi, çünkü sonra o içimizde şişenler patladığında alınan zarar, ilişkiyi toparlayamayacak kadar ağır olabiliyor.
İşin geleneksel toplumsal cinsiyet rolleriyle ilişkinen noktasında elbette şu da var: Kadınlığa, öfkeyi, hayal kırıklığını, karşıt düşünceleri ifade etmemesi, bunlarla karşılaştığında göğsünde yumuşatması, nazik ve uyumlu olması öğütleniyor. Hayır diyebilmek, çatışmayı yönetmek, patriyarkanın, bedenimizdeki varlığını bile unutturduğu bazı kaslarımızı kullanmayı gerektirebildiğinden, başta hamlıyoruz belki, biraz acıyor ama ne diyoruz: her şeyin ucu pratik.
Bu noktada çok sevdiğim İrlandalı yazar Sally Rooney’nin Arkadaşlarla Sohbetler isimli kitabından paylaşayım hemen:
Başkalarına iyi davranıyor muydum? Buna karar vermek zordu. Şayet bir kişiliğim olduğu ortaya çıkarsa bunun kötücül kişiliklerden biri olacağından korkuyordum. Yoksa bu soruyla ilgili endişe etmemin tek sebebi, bir kadın olarak başkalarının ihtiyaçlarını kendiminkilerin önüne koymak zorunda hissetmem miydi? “İyi kalplilik” çatışma esnasında boyun eğmenin başka bir adı mıydı yalnızca?
Siz ne dersiniz? Sizin hayır diyemediğiniz arkadaşlarınıza ne oluyor?
Yorumlara bekliyorum.
Haftaya görüşürüz!
Dantel İlişkiler’i Instagram’da takip etmek ister misiniz?
Her cümlesinde tek tek durup düşündüğüm şahane bir yazı ve evet isimlendiremediğim o yapış yapış huzursuzluk; arkadaş ayrılığıymış ve kaybolan sınırlarımmış.
Teşekkürler
İşin sonu kaçınılmaz ayrılık; çünkü insanız ve o "Evet"lerde bir yere kadar idare ediyor ilişkileri... Ve tabii ki toplumsal cinsiyet eşitsizliği bu ve bunun gibi olumsuz durumları beslemeye devam ediyor ! Emeğinize sağlık 👏🙏🌿💜