Dantel İlişkiler’in 65. sayısına hoş geldiniz.
Bugün seyahat çantamı hazırlarken -sanırım yıllar sonra ilk kez- kendimi heyecanlı hissediyorum. Fransa’ya taşındım taşınalı hava alanlarından ve yolculuklardan nefret eder oldum. Bavulumu hazırlarken sürekli ‘bir şey mi unutuyorum acaba’ diye düşünmek, bütün günü yollarda geçirmek, inatla sıraya girmek istemeyenlere ve kişisel alan ihlallerine bayılanlara gıcık olmak, uğultular, bağrışlar, kalabalıklar arasında telefonda umarsızca 2048 oynamaktan baş ağrısı yaşamak… Yolculuklar bana bunları hatırlatıyor bir süredir.
Telefonu elime alıp fotoğraf arşivime bakıyorum. Ne görsem beğenirsiniz: Geçen sene bugün birkaç haftalık İstanbul seyahatimin ardından Marsilya’ya dönmek üzere yine hava alanına gidiyormuşum. Klasik asansör aynası selfiemizi çekilmişiz Gökalp’le: Dudağım bükük, içim sıkkın. Şımarıklık gibi düşünmeyin: İnsanın birkaç saat içerisinde bedenini olduğu yerden kilometrelerce uzağa götürebilmesi çok güzel olabildiği kadar bazen de çok yorucu —hele de bu gitgeller sık yapılıyorsa. Beden uçağa binebiliyor da ruh binebiliyor mu acaba? Emin değilim.
Buna rağmen bugün heyecanlıyım. Çünkü yıllar sonra yarın 1) tek başıma 2) Fransa ve Türkiye dışında ve 3) tek motivasyonun yeni bir yer görmek olduğu kısa bir seyahate gidiyorum. Sicilya’ya gidiyorum. Bu seyahati planlama sürecimi görmenizi isterdim doğrusu: Bir süredir iş arıyorum ve içimdeki sese kalsa asla böyle bir seyahate çıkmamalıyım çünkü ‘ben hangi akla hizmet bütün günümü iş aramakla geçirmek ve bütçemi idareli kullanmak yerine seyahate giderim ki?’ Fakat içimdeki sese inat, kendime bazı izinler vermeyi normalleştirmek istiyorum. Hele de günümüz koşullarında iş aramanın kendisi bile başlı başına bir mesai haline gelmişken.
Tek başıma en çok seyahat ettiğim ‘gençlik’ yıllarımı hatırlıyorum, euro/tl kurunun hala makul seviyelerde seyrettiği 2016-2017 yıllarını. Bu seyahatler sırasında hissettiğim özgürlüğü kolay kolay unutamam. Ucuz bilet kampanyaları hangi rotayı gösteriyorsa oraya gitmek, Couchsurfing hostu nerede çıkıyorsa orada konaklamak ve interneti olmayan telefonumu çantama atıp, şehir haritası hangi yolları gösteriyorsa oraları gezmek. Sayısız yeni insanla tanışmak, yabancılara güvenmeyi öğrenmek... O yıllarda bir şehre gider, bazen akşam nerede kalacağımı bile bilmezdim ya da elimde bir Couchsurfing hostunun adresi, bütün gün gezdirmekten buruşan haritamdan baka baka bir yabancının kapısında bitiverirdim.
Oysa bir de bu yılın Ocak ayında Berlin’e yaptığım seyahat sırasında yaşadığım ikilemi düşünüyorum: Bir parkta oturmuş arkadaşımın gelmesini beklerken az ötemde oturan bir çift bana el yapımı olduğu her halinden belli bir enerji topu ikram ediyor ve birkaç saniyelik süre içinde aklımdan bir sürü düşünce geçiyor: Ya içine ‘bir şey’ koydularsa bunun? Ya elleri pisken toparlak haline getirdilerse? Almasam ayıp mı olur şimdi? Güvenmek de istiyorum aslında… —Nereden çıktı bu düşünceler ya ben hiç bunları düşünmezdim önceden, at gitsin ağzına. Atıyorum ve gelen arkadaşıma anlatıyorum olayı, ‘İlerleyen saatlerde fenalaşırsam sebebi bu, bilesin.’ Hiçbir şey olmuyor.
Bu seyahatler sırasında en çok sevdiğim şeylerden biri de planlanmayan tanışmalardı. Sonrasında kimsenin kimseyi sosyal medya üzerinden takibe ya da kayda almadığı, sadece birkaç saat ya da birkaç günlüğüne kurulan insani bağlar ve ilişkiler. Aklıma gelen hatıralardan bir tanesi şu: Lizbon’a gittiğim bir sefer, gün batımını izlemek için bir tepeye çıkmıştım ve biraz soluklandıktan sonra kendi halinde örgü ören bir adam dikkatimi çekmişti. Yanına gidip, ‘rahatsız etmiyorsam ne ördüğünü sorabilir miyim?’ demiştim, o da gayet nazikçe cevap vermişti, derken birkaç saat boyunca güzel manzaraya karşı sohbet etmiştik. İçinde hiçbir flört enerjisi olmadan kurulan, yalnızca insani bir meraka ve bağ kurma isteğine dayalı bu minik an aklıma her geldiğinde gülümsüyorum istemsizce.
İnsan yeni tanıştığı ve çok büyük ihtimalle de bir daha hiç görmeyeceğini bildiği insanlara karşı sosyal maskesini daha bir gevşek tutuyor, nasıl algılanacağını daha bir az umursuyor sanki. Bilmiyorum aslında, belki de kendini daha özgürce tanıtma fırsatı sunuyordur bu çerçeve. Düşünsenize, birkaç saatliğine istediğiniz insan olabilirsiniz: Bir sonraki buluşma olmayacak, kimse size ‘ee o işi n’aptın?’ diye sormayacak, ‘sen de hep böyle yapıyorsun’ demeyecek ve kimse doğruyu söyleyip söylemediğinizi bilmeyecek. Elinizde kalan tek şey sadece bir anlatı, bir hikâye olacak.
Liseyi yatılı okuduğum yıllarda İstanbul-Tekirdağ arasında çok sık gelip giderdim. Bir keresinde, bu kısa yolculuklardan birinde, yan koltukta oturan teyze sohbet etmek isteyip hayatımla ilgili sorular sorduğunda nasıl olduysa oldu ve ben, bana ait olmayan bir hayat hikayesi anlatmaya başladım. Belki de gerçekte olmasını istediğim şeyleri çoktan olmuş, yaşanmış gibi anlattım, pek hatırlamıyorum. Fakat otobüsten indikten sonra eğlendiğimi, kendi kendime güldüğümü hatırlıyorum. Ne var canım bunda, insan bazen kendisi olmaktan sıkılamaz mı?
Elbette düzenli bağlar kurabilmek, sürekliliği olan ilişkiler içinde bulunabilmek çok güzel bir şey —sevdiğimiz ve hayatımızda olmasını tercih ettiğimiz insanlarla yapıldığı sürece. Bu olmadığında bağlar boğucu bir sıkılıkta da hissedilebiliyor. Hele de birey olmanın belli statüler ve rollerle kol kola gittiği toplumlarda ‘kendini kanıtlama’ ve ‘kabul ettirme’ ihtiyacı ya da belli beklentileri karşılayamamış olmanın utancı, öyle sıkışmış hissettirebiliyor ki insanlar her şeyi geride bırakıp sıfırdan, yepyeni bir sayfa açmak isteyebiliyorlar: Japonya’daki jōhatsu yani ‘buharlaşma’ konseptini duymuşsunuzdur. İnsanlar bir gün -isteyerek ve hatta bunun için özel olarak ortaya çıkmış yonige-ya şirketlerinin desteğiyle- arkalarında hiçbir iz bırakmayacak şekilde ortadan kayboluyorlar ve yeni bir yerde, yeni bir kimlikle, yeni hayatlarına başlıyorlar.
İnsan bedenini kaybedebilir ama ruhunu kaybedebilir mi? Bakışımızı biraz genişletirsek cevabı Rebecca Solnit’in Kaybolma Kılavuzu’nda arayabiliriz bence. Gökçe Gündüç’ün çevirisiyle gelsin:
Kendini kaybetmek, sadece keyif veren bir teslimiyet değildir; kendi kollarında kaybolup gitmek, kendini dünyanın akışına bırakmak, tüm varoluş kaygılarından bağımsız bir şekilde akan zamanın içinde erimek demektir. (…) kaybolmak tüm varlığınla orada bulunmaktır ve tüm varlığınla orada bulunmak, belirsizlik ve gizem içinde kalabilme kapasitesi gerektirir. Dolayısıyla, kimse kaybolmaz aslında; insan ancak kendisini kaybedebilir. Bu bilinçli bir tercihtir.
Eveet.. bu sayıda biraz seyahatlerde ve paralel evrenlerde olduğumuz benlikler arasında kaybolduk.
Sizin seyahatlerinizden aklınızda kalan karşılaşmalar var mı? Bir gün ortadan ‘kaybolsanız’ nereye gitmek ve kim olmak isterdiniz?
Buyurun yorumlara.
Haftaya görüşürüz.
ne ferah bir yazi 💜 tam da benzer bir bicimde issizlik icinde bogusup, 'gun olur da is bulursam baslamadan hemen once Sicilya'ya gideyim' derken okudum.. Hala daha kendime boyle bi tatil izni veremiyoken yazin icime su serpti. Bol bol rastgele sohbetli, dondurmali ve huzurlu gecsin!
bu yazı tam da ''yıllardır tek başıma seyahat etmiyorum, ben o kadar uzak yollara tek başıma nasıl çıkmıştım ya..'' diye sorguladığım anda geldi. ben de o şuan yaptıklarımı anımsayınca başka biri o maceralara atılmış ben değilmişim gibi geliyor. o yüzden, bu yaz tek başıma tatile gideyim diye içimden geçirdiğimde içeride bir yerlerde minik sıkıntı topuyla baş başa kalıyordum. şimdi, yazıdaki yeni insanlarla bağlantılar kurma olasılıklarını okuyunca içim biraz ısındı. ya evet böyle bir şeydi dedim. biraz daha motive oldum.