Okuma süresi: 5 dakika
Dantel ilişkiler’in 18. sayısından merhaba. Nasılsınız? Bu hafta aile ilişkilerindeki danteller nasıl örülüyor diye düşüneceğim biraz. İnsanın seçtiği ya da dünyaya gelmesine vesile olan ve seçmediği bir ailesi, aileleri olabiliyor. Benim odağım daha çok ikincisinde olacak.
Çocukken çevremdeki yaygın anlayış çocukların hayata dair bir şey bilmedikleri, bu yüzden de “büyüklerinin” sözlerine harfiyen uyması gerektiği düşüncesine dayanıyordu. “Küçükler” ve “büyükler” şeklinde tanımlarla, yemek masalarının, kıyafetlerin, oyunların ve hayallerin birbirinden keskin çizgilerle ayrıldığı bu dünyada esas olan büyüklerin meseleleriydi, büyüklerin ne düşündüğüydü. Aile ilişkilerinin kalitesi de büyüklerin, küçüklerin olmasını istediği insan doğrultusunda onları ne kadar “iyi terbiye ettikleri” üzerinden belirleniyordu.
Fakat bu “akıllı uslu küçük” ve “pek muhterem büyük” ilişkisinin bünyelerde yarattığı hasar, er ya da geç, sağdan ya da soldan zortluyordu, zorluyor…
İnsanın dünyasının küçüklüğü ya da büyüklüğü, elbette yaşça küçük ya da büyük olmasıyla ölçülmüyor. Yaşça küçük insanların dünyasında da, tıpkı herkesinki gibi, rengarenk yumaklar ve birbirinden özgün desenler olabiliyor. Kendimden düşünüyorum: Çocukken, birçok diğer çocuk gibi resim yapmayı çok severdim ve büyüyünce ressam olmak isterdim. Çünkü ressamlık bütün gün boyunca özgürce resim yapabilmek demekti! Bu hayal, kısa zamanda bir “gerçeklikler” duvarına tosladı: Ablamın ilkokul öğretmeni Nuran öğretmen ressam olmak istediğimi öğrendiğinde, “Kızım ressamlık da neymiş, beş parasız kalırsın vallahi büyüyünce. Sen doktor ol, bak onlar ne kadar çok para kazanıyor” minvalinde bir yorumla beni -bakın BENİ- doktor olma hayaliyle tanıştırmıştı. Ben de işi fazlaca abartıp kalp cerrahı olmaya karar vermiştim. Olduğum insanın gerçekliğinden fersahlarca uzak bir hayal…
Öte yandan şimdi olduğum yerden bakınca ressamlık hayali de uzaklarda kaldı gibi hissediyorum. Büyüdükçe, resim yapma isteğimden koparıldıkça, ben de kendimi bu alanda yeteneksiz belledim ve sonrasında da resim yapmaktan, boyayı elime almaktan hep çekinir oldum. Aileler, bakım verenler ve öğretmenler, bazen kırdıkları hayallerin yarattığı burukluğu fark etmeyebiliyorlar. Oysa bu tarz hikayeler kalıyor bizimle. Bir boşluk bulup yerleşiyorlar derinde bir yere. Yazar Edouard Louis, tam da bu boşluğa inmek için merdiveni dayıyor hatıralarına ve 2001 yılında bir kış akşamına gidiyor Babamı Kim Öldürdü isimli kitabında.
Kitabın Türkçe baskısı elimde olmadığı için kendi çevirimi paylaşacağım:
2001 – yine bir kış akşamı, bir sürü insanı, arkadaşı, yemeğe davet etmiştin, ki bu pek sık yaptığın bir şey değildi. Benim de aklıma sana ve oradaki yetişkinlere bir gösteri hazırlama fikri geldi. Masada oturan tüm çocuklara, yani bana ek olarak üç oğlana, hazırlanmak ve prova yapmak için odama gelmelerini önerdim. Aqua adında, o zamandan beri ortadan kaybolan bir pop grubunun konserini taklit etmemize karar vermiştim. Bir saatten uzun süre koreografiler, hareketler, jestler uydurdum, emirler verdim. Ben şarkıcı olacaktım, diğer üç oğlan arka vokalleri ve görünmez gitarlarını tıngırdatarak müzisyenleri taklit edeceklerdi. Yemek odasına ilk ben girdim, diğerleri de beni takip etti, işaret verdim ve gösteriye başladık ama sen hemen kafanı çevirdin. Anlamadım. Bütün yetişkinler bize bakıyordu ama sen bakmıyordun. Beni fark et diye daha yüksek sesle şarkı söyledim, daha şiddetli hareketlerle dans ettim ama sen bakmadın. Sana sesleniyordum Baba, bak, bak, çabalıyordum ama sen bakmıyordun.

En görülmek istediği halleriyle görülmemek; en olduğu haliyle babanın utanç kaynağı olmak… 2001 yılının bir kış akşamında, oldukça “banal” bir aile/arkadaş yemeği sırasında yaşanmış bu “basit” hadisenin hayaletinin yıllar sonra bile hortlayabileceğini o yaştayken anlayamıyor insan elbette. Aradan yıllar geçiyor; bu hikayelerden ne yapmak istediği, ne yapabileceği konusu günün sonunda yine bu anıları taşıyana kalıyor. Bazı anılar kelimelere, resimlere, filmlere -ya da bazen dantellere- dönüştürülüyor; bazı anılarsa akacak yollar ararken çıkmaz sokaklara rastlıyor. Bunu en güzel ifade eden kişilerden biri yazar Emilie Pine. Kendisinin Kendime Notlar (Notes to Self) isimli kitabına vurulmuştum, bu kitabın dürüstlüğü ve içtenliği <3 ben.
Yine elimde Türkçe baskısı olmadığı için kendi çevirimi paylaşacağım:
Ben çocukken babam, yetişkinlik yaşamını karakterize eden depresyonla mücadele etmeye başladığında, büyüdüğümde yazar olmayacağıma dair bana söz verdirtmişti. Bu sözleri ciddiyetle söyledim. Ama içten içe tam tersini yapacağımı biliyordum. Çünkü babamın bana öğrettiği şey, belki de kendisine rağmen, yazmanın dünyayı anlamlandırmanın bir yolu olduğu, düşünce ve duyguyu işlemenin, onlara sahip olmanın, acının kendisinden değerli bir şey yaratmanın bir yolu olduğuydu.
Yazmak gerçekten de işlemeye yardımcı oluyor, tıpkı bir danteli işler gibi duyguları, düşünceleri bir bir işlemeye, bir desene oturtmaya.
Son haftalarda kafamda bu düşüncelerin yoğunlaşmasının bir sebebi, Kovboy Kızlar da Hüzünlenir’in yaratıcısı
ile bir sohbetimiz sırasında, Sanatçının Yolu isimli kitabı önermesiydi. Julia Cameron’un kaleme aldığı bu kitap tanıdık geldi bir yerlerden, dedim başlayayım. Tipik anlamıyla bir “kitap” değil bu aslında, 12 haftaya yayılmış bir yaratıcılık, yazı ve keşif kitabı. Her gün ve hafta için egzersizler var. Kulağa biraz klişe geliyor bazı öneriler ve çalışmalar, ama yine de devam ediyorum. İlerleyen sayılarda sizi süreçten haberdar ederim. ^^Sanatçının Yolu’nda önerilen bir egzersiz özellikle hoşuma gitti: Yaşayacak 5 hayatın daha olsaydı ne yapardın/hangi işle meşgul olurdun? Random 5 seçenek yazıyorsunuz burada. Ben, ilk olarak 1) ressam dedim tabii ki, çünkü bir çocukluk hayalini de gerçekleştirmeyeceksek… o kadar da değil! Sonra 2) terzi dedim, çünkü bu da biraz çocukluk hayalim sayılır yine. 3) Aşçı, çünkü öfff ne lezzetler tadardım, neler neler yapardım. 4) Kitapçı, çünkü hangimizin raf aralarında pıtı pıtı yürüyen bir kedili, loş ışıklı bir kitapçı hayali olmadı ki… Ve son olarak 5) seramik ustası yazdım. Bunu yazmamın sebebi de Aralık ayından beri gittiğim seramik kursu. Henüz ustalaşmaktan çok uzağım ama bakın, yaptıklarımdan bazıları şöyle:
Velhasıl, aileler, bakım verenler ve öğretmenler bazen çocukken örmeyi hayal ettiğimiz dantellerin hayali iplerini kesebiliyorlar. Bu makas izi kalıyor bir yerlerde ama büyümek, hayal etmeye engel olmadığı gibi hayal ettiği dantelleri örmek için ipleri eline almak için de geç değil çoğunlukla.
Peki sizin çocukken nasıl hayalleriniz vardı? Yaşayacak 5 hayatınız daha olsa siz hangi işlerle meşgul olurdunuz? Hadi yorumlara.
Haftaya görüşürüz.
Dantel İlişkiler’i Instagram’da takip etmek ister misiniz?
Sanatçı’nın Yolu bir dönümdür benim için. Burun kıvıra kıvıra, göz devire devire okumaya başladığımda olduğum “pek de kaybedecek bir şeyim yok” noktasıyla, 6. bölüme geldiğimdeki bulunduğum nokta arasını örmeye dantel yetmez :) Ellerine sağlık, bu sayı ayrı iyi geldi.
Harika bir sayı olmuş.🥹 Babamı Kim Öldürdü kitabından yaptığın alıntı kalbimden vurdu beni. 🔫
Sanatçının Yolu'na başlamana inanılmaz sevindim. Üzerine konuşmayı çok isterim. Birlikte bir dantel daha örebiliriz.❤️
Benim hayali yaşamlara cevabım;
1) Kovboy 🤠 2) Dansçı 💃 3) Gezgin 🎒 4) Heykeltraş 🗿 5) Şifacı 🌿