67. sayıya hoş geldiniz. Bu haftaki sayıyı hazırlamadan önce kendimi şöyle bir yokluyorum. Ülkenin arsız gündemi bir yana, bu sıralar bende ne var ne yok diye düşünüyorum. İlginçtir ki uzun zaman sonra ilk kez boş bir teneke gibi hissediyorum kendimi ve üzülmek şöyle dursun, bu hisse çokça minnettar oluyorum. Nedenini düşünürken bu sayıda tenekemi sizin için tıngırdatıyorum.
Güzel haberleri kaçırdıysanız: Dantel İlişkiler’in de artık bir podcastı var! 8 bölümden oluşan birinci sezon yayında, dinlemek için aşağıdaki butona tıklayabilirsiniz.
İki sayı önce minik bir seyahate çıkacağımdan bahsetmiştim. Sonrasında yolculuğa biraz daha devam ettim ve iki gün önce döndüm eve. Pazar günü de tekrar yola çıkıyorum, bu kez de Türkiye’ye. (Hatta Haziran’ın ilk haftası İstanbul’da olacağım, yazın, tanışalım, buluşalım, çay kahve içelim. ☕️)
Hareket halinde olmak, yeni insanlarla tanışmak ve kendi dünyamdan, kendi zihnimden çıkmak bana bir şeylere yeniden bakma fırsatı verdi. Zihnimi bulanıklaştıran sis bulutları da böylece biraz olsun dağıldı. Eee, hareket berekettir diye boşuna dememişler.
Koşmasaydım Yazamazdım kitabında Haruki Murakami şöyle söylüyor —çeviri Hüseyin Can Erkin’den:
Ben koşarken, yalnızca koşarım. Bir boşluğun içerisinde koşarım. Ters yönden bir ifade kullanmak gerekirse, boşluğu yakalayabilmek için koşuyorumdur belki de. Bu boşluğun içerisine bile, kopuk kopuk düşünceler doğallıkla süzülüverir. Çok normal. İnsanın yüreğinde gerçek bir boşluk var olamaz. İnsanın ruhu mutlak bir boşluğu kaldıracak ölçüde güçlü olmadığı gibi, tekdüze bir yapıya da sahip değildir. Yine de, koşarken ruhuma süzülen bu tür düşünceler (ani fikirler) nihayetinde boşluğun yan ürünlerinden öteye geçmez. Bunlar içeriklerin çevresinde değil, boşluk ekseninde oluşmuş düşüncelerdir.
Ben epeydir koşmadım ama Murakami’nin söyledikleri yankı buluyor yine de bende. Şu son bir-iki hafta boşluğu yakalayabilmekle ve adeta silkelenmek, geride bırakmakla alakalıydı benim için. —Öyle ki, buradan aldığım gazla şimdi gerçekten koşabilirim belki de.
Sahiden de bir süre telefondan ve bilgisayardan uzakta, hayatın, bedenimin ve sokakların içinde olmak bana kendileriyle ne denli takıntılı insanlara dönüştüğümüzü -bir kez daha- fark ettiriyor. Düşünceye dayalı işler yapmak veya bütün gün bilgisayar karşısında oturmak, insana bazen bedensiz bir baştan ibaretmiş gibi hissettirebiliyor. Buna terapi, kişisel gelişim gibi içsel bir bakış gerektiren günümüz yöntemleri de eklendiğinde, insan kendini bir düşünce bulutunun üzerinde, yaşadığı her olaydan bir anlam devşirme gayreti içinde, aynadaki yansımasıyla baş başa bulabiliyor. Elbette anlama ve eylemlerimiz üzerine eleştirel düşünmeye ihtiyacımız var. Ama bunun yardımcı bir pratik olmaktan çıkıp overthinkistana giden yolda tam zamanlı bir işe dönüşmesi insanı aynı düşünce döngülerine hapsediyor; kendiyle ve yaptıklarıyla fazlaca meşgul kişilere dönüştürüyor.
Bunun ardında, hayatın kendisini bir ürün gibi algılamamıza sebep olacak ekonomik sistemler yatıyor olsa gerek: Kendiliği ve ilişki kurulan insanları mevcut değer ölçütleri üzerinden okumak, onları olabilecek ‘en iyi’ hallerine getirmek için bir sarrafın titizliği ile çalışmak, kenarlarını törpülemek, köşelerini cilalamak… Düşünüldüğünde, hayatı dolaşmak için yaşamak ile hayatın fotoğrafını çekmek için yaşamak arasında ince bir çizgi var. Son yıllarda sanırım ikincisiyle daha çok meşgulüz.
The Anthropologists isimli kitabında Ayşegül Savaş şöyle söylüyor (kitabın Türkçe çevirisi olmadığı için çeviri benden):
İlgi alanlarımız ancak onlardan bir şey —bir kitap, bir sergi— çıkardığımız takdirde meşru sayılıyordu. Bunun ne kadar yazık olduğunu sık sık konuşur; geçmiş on yılların sanatçılarını romantize eder, işlerini büyük bir neşe ve yaratıcılıkla yapmalarını ama bunu bir ürüne dönüştürmemelerini hayranlıkla anardık.
Yine de kendi zamanımıza aittik.
Ben de kendi zamanına ait biriyim işte: Bir yandan yaratıcı üretim dinamiklerine ve her şeyi entelektüelize etme refleksine kuşkuyla yaklaşıyor; diğer yandan üretimsiz, sonuçsuz, ‘düşüncesiz’ geçen günlerimden suçluluk ve vicdan azabı duyuyorum.
Bu konunun ilişkilerimize şöyle sirayet ettiğini düşünüyorum: İnsanın kendiyle ve yaptıklarıyla fazlaca meşgul olması diğer insanlarla olan mevcudiyetini azaltıyor. Öyle geliyor ki mevcut olmak ifadesini bol keseden kullanıyoruz. Buradayım, oradayım, geliyorum… Basit görünüyor, ancak insanın hem zihni hem de bedeniyle bir yerde gerçekten var olabilmesi, kendini o kişiye veya gruba tamamen teslim edebilmesi sizce de zor bir şey değil mi? Bedenimizin üzerinde bir baştan çok, kaynayan bir kazan taşıdığımız zamanlar bunu yapmak belki daha da zor. Fakat ilişki kurmanın ve bir araya gelmenin gücü, kazanın kaynayan suyunu ötekilere boca etmekte değil, biraz olsun kendi kafamızdan, kazanın içinden çıkabilmekte belki de diye düşünüyorum.
Bu konular üzerinden iyi bir dinleyici olmak ne demek sorusunu soruyorum kendime. Anlatmak kolay iş, kafa başka bir yerdeyken o olayı tekrar yaşıyormuşçasına kendini kaptırmak, ilgiyi kendi sesinde, kendi hikayesinde toplamak… Ama dinlemek? Anlatıcının hislerini, düşüncelerini, hatta es geçmediği banal detayları karşılamak, kendi referans dünyasında benzer hikayeler ve hisler aramadan dinlemek?
Acaba ben birini bütün mevcudiyetimle dinleyebiliyor muyum? Yoksa sadece kendi sıramın gelmesini mi bekliyorum? Belli bir gayret ve niyet içinde olsam da bu sorulara dürüstçe ve mesafe alarak cevap verebilmek zor. Bu yüzden sözü konuya dair hislerimi bütün dürüstlüğüyle tanımlayan kişiye, Mae Martin’e veriyorum.
Bu sayıyı da kapatmaya doğru giderken, aynı soruları yöneltiyorum:
Sizce siz, iyi bir dinleyici misiniz?
Kendi kafanızdan çıkmak ve insanlarla gerçekten buluşmak için neler yapıyorsunuz?
Hadi yazın yorumlara, konuşalım.
Haftaya görüşürüz.
''Nasıl daha farklı dinlenebilir'' konusunda üniversitede aldığım sözlü tarih dersleri kafamın içindeki rafları yeniden dizdirmişti. Karşı taraf anlatırken neyi nasıl söylediği ya da söylemediği, yanlış bile anlatsa onu neden öyle anlattığı ya da en basitinden sessiz kaldığı anları dinlemeyi orada öğrendim. Bütün alt metinleri sünger gibi çekmeye çalışmak sanırım zamanla kas gibi gelişmeye başladı. Hikayelere meraklı olmakla da doğrudan ilgisi olabilir. Ama herkes için bu kadar heyecanlı bir aktivite değil ve artık bunu da kabul etmeye başlıyorum, yavaş yavaş.
Dinlemeyi çok severim ama bazen fazla empati yapıp dinlediğim kişinin olumsuzluğuyla kendimi bunaltabiliyorum. :( Bazen de dinlememek gerek. Ya da seçebilmek. Dikkatini sadece sürekli kendine vermemek konusuna sonuna dek katılıyorum. Ürüne dönüştürme kaygısı için, biraz da üretmeden tüketmeye ve oyun oynamaya izin vermeye başlamak iyi gelebilir diye düşünüyorum. Yani iki uç da çok sıkıntılı bence. Yalnızca tüketici konumunda olmak ve yalnızca üretici konumunda olmak. Makine değiliz sonuçta. Bir denge lazım.
Benim başkalarında farkedip sıkıldığım şeylerden biri yaşamak için değil, göstermek için yaşamak. Zamanında bu tuzağa düşer gibi olmuş, yakamı zor kurtarmıştım. Çağımızın hastalığı bence maalesef. Otomatiğe bağlamış, kölece dolu bir hayat. Umarım her geçen gün daha fazla kişi ayırdına varıp kendini çekmeyi başarır bu girdaptan.